Hz. Rukiye (r.a) Kimdir, Hz. Rukiye Hayatı, Peygamberimizin Kızları

0
5612

RUKIYYE (r. anha)

Sevgili Peygamberimizin (sav) biri hariç altı çocuğu da Hz. Hatice’den dünyaya geldi. Allah Resulü (sav) ile Hz. Hatice’nin üçüncü çocuğu olan Hz. Rukıyye (r. anha) doğduğunda, Peygamberimiz (sav) otuz üç, Hz. Hatice annemiz ise kırk sekiz yaşındaydı. Hz. Rukıyye (r. anha), Peygamberimizin (sav) ikinci kızıydı. O, vahiy gelmeden yedi-sekiz yıl önce dünyaya gelmişti. Peygamber Efendimiz (sav) huzur dolu yuvanın yeni neşe kaynağı kızlarına Rukıyye ismini verdi. Doğumunun yedinci günü akika kurbanı kesti ve fakirlere sadaka olarak dağıttı. Bundan sonrada Peygamberimizin (sav) halası Safiye Hanım’ın cariyesi Selma Hanım’a sütanneye gönderildi. O sırada üç yaşına girmiş olan Hz. Zeynep, kardeşini çok sevmişti. Sık sık sütannelerinin yanına gidiyor, onunla oynuyordu.

Hz. Rukıyye (r. anha), Hz. Hatice (r. anha) gibi fedakâr, olgun, zeki bir annenin yanında büyüdü. Hz. Rukıyye (r. anha), aile Eğitimini, edebini, görgüsünü, ahlakını aile yuvasında tamamladı. Dünyanın gıptayla baktığı sevgiyi, saygıyı ve insanlara şefkati, merhameti rahmet pınarı babasından öğrendi. O, ablası Hz. Zeyneb’in (r. anha) evliliğinden sonra ev hizmetlerinde sorumluluk sahibi oldu. O, el becerisiyle, titizliğiyle, tertip ve düzenliliğiyle yakın akrabalarının dikkatini çekiyordu. Fedakâr annesine, ev işlerinde kardeşi Ümmü Gülsüm ile beraber yardımcı oluyordu. Bu iki kardeş zaten aralarında fazla bir yaş farkı da yoktu, onlar sanki ikiz gibiydiler. Birbirlerine son derece saygı sevgi ve nezaketle bağlıydılar. Allah’ın takdiri bu ya kader onları birbirine öylesine yakınlaştırmıştı ki hayatları sanki birbirini takip etmekteydi. O da annesi Hz. Hatice (r. anha) ve kardeşleri ile birlikte Peygamberlikle birlikte başlayan zorlukları iliklerine kadar yaşadı.

Cahiliye döneminde, genç kızlar biraz büyüyünce taliplileri çıkardı. Özellikle ahlakın, edebin, insanlığın terk edildiği bir dönemde her aile, çocuklarına cahiliye alışkanlığı bulaşmayan bir insanla evlendirmek istiyordu. Peygamberimizin (sav) amcası ve yakın komşusu olan Ebu Leheb ile hanımı yanlarında yetişen edep abidesi kızların başkasına gitmesini istemiyorlardı. Peygamberimize (sav) ilahi görev verilene kadar amcası Ebu Leheb ve ailesiyle arası iyiydi. Ne zamanki Efendimize nübüvvet verildi, tebliğ görevi başladı maalesef O’nun (sav) en büyük düşmanlarından birisi amcası ve hanımı Ümmü Cemil oldu.

Edep incisi Hz. Rukıyye’yi (r. anha) ve kardeşi Hz. Ümmü Gülsüm’ü başkasına kaptırmak istemiyorlardı. Bir gün Peygamberimizin (sav) evine büyük amcaları Ebu Talib ile birlikte bir heyet geldi. Kısa bir sohbetten sonra sadede gelindi ve Ebu Talib şöyle dedi:

“Yeğenim Zeynep’i Ebü’l-As İbn-i Rebi’ye verdin. O gerçekten şerefli bir akrabadır. Rukıyye ile Ümmü Gülsüm’ü de amcanın oğulları Utbe ve Uteybe’ye istemeye geldik. Şeref ve soy bakımından onlar da geri değillerdir. Vermeyeceğini sanmam.” dedi.

Peygamberimiz (sav) bu teklife karşı:

“Doğru söyledin amcacığım! Akrabaya önem vermek gerekir. Ancak ey amcam! bu konuda bana biraz mühlet ver de kızlarımla konuşayım.” buyurdu.

İnsanın insanlığını kaybettiği bir devirde, insana en iyi değeri veren emin, güvenilir insan olan Peygamberimiz (sav) kızlarına danışmadan bir cevap vermedi. Amcalarına sevgiyle, hürmetle davrandı fakat hemen “verdim gitti” deyip kestirip atmadı. Ailesiyle istişare etmeyi uygulamalarıyla gösterdi bütün insanlığa. Konuyu kızlarına açtı. Ailece istişare edildi. Hz. Hatice kızlarına durumu etraflıca anlattı.

Fedakâr Hz. Hatice (r. anha) ve masum kızları, Ebu Leheb ve karısı Ümmü Cemil’i çok iyi tanıyorlardı. O geçimsiz kadın, katı kalpli, kalp kırıcı, söz ve tavırlarıyla biliniyordu. Böyle bir eve gelin olarak gitmeye kimsenin gönlü razı olmadı. İşi kendi haline bırakmayı tercih ettiler. Buna rağmen birtakım endişelerle beraber evlenmelerine karar verildi. Peygamberimiz (sav) kızları için hayırlı, bereketli bir ömür diledi. Onları Allah’ın korumasına bıraktı. Öyle bozuk ve çarpık bir anlayış vardı ki her ne kadar Peygamberimizin (sav) kızları bu katı kalpli ailenin çocuklarıyla evlenmek istemeseler de hem Ebu Leheb hem de hanımı çok inatçı birer insandılar. Peygamberimizin (sav) kızları başkasıyla evlenecek olsalar, onlara rahat vermeyeceklerdi. Zaten Hz. Zeyneb’in (r. anha), Ebu’l As ile evlenmesinden çok rahatsız olmuşlar ve “Niçin Zeynep başkasına gitti.” diye hayıflanıyorlardı.

Hz. Rukiye (r. anha) ve Hz. Ümmü Gülsüm’ün (r. anha) evliliğinin karara bağlandığı günlerden bir gün, Mekke’de bir nur göründü. Sevgili Peygamberimize (sav), Cebrail (as) gelmişti. Allah, Hz. Muhammed’i (sav) kendisine elçi olarak seçmişti. O güne kadar “Muhammed’ül-Emin” diye herkesin güvendiği ve her şeyini rahatlıkla emanet ettiği babaları şimdi Allah’ın elçisi olmuştu.

İnsanlığın kurtuluşu için gelen Peygamberimiz (sav) ve getirdiği dine ilk inanan da anneleriydi. Hemen akabinde Hz. Zeynep, Hz. Rukıyye, Hz. Ümmü Gülsüm ve Hz. Fatıma iman halkasına katıldılar. Hz. Ebubekir (ra) ile başlayan inananlar halkası her gün genişlemeye ve sayıları artmaya devam ediyordu. İmanın düşmanı, o zamanın Kureyş müşrikleri de bu işin önünü almak için toplantılar üzerine toplantılar yapıyorlardı. Bu iman meşalesini söndürüp karanlığın devamı adına şu karara vardılar:

“Muhammed’i yeni görevinde kendi başına serbest bırakalım. Onu işinden alıkoymak mı istiyorsunuz? O halde kızlarını geri veriniz de onlarla meşgul olsun. Bu meşguliyet onu üzüntüye sevk etsin…” dediler.

Bu alınan kararları hemen uygulamaya geçtiler. Bundan sonra Tebbet Suresi inince Ebu Leheb iki oğluna:

“Eğer siz Muhammed’in kızlarını boşamazsanız yanınızda durmak bana haram olsun.” dedi.

Harb bin Ümeyye’nin kızı olan anneleri de:

“Muhammed’in iki kızını da boşayınız çünkü onlar babaları gibi sapıtmışlardır.” dedi.

Onlar da Peygamberimizin (sav) kızlarını boşadı. Uteybe, Ümmü Gülsüm’ü boşadığı zaman Peygamberimize:

“Ben senin dinini inkâr ettim ve senin kızını boşadım. Artık ne sen bana gel ne de ben sana geleyim.” dedikten sonra Peygamberimize (sav) saldırdı ve gömleğini yırttı.

O sırada Uteybe ticaret için Şam tarafına gitmek üzereydi. Peygamberimiz (sav) onun yüzüne bakarak:

“Allah’tan, köpeğini sana musallat etmesini dilerim.” diye beddua etti.

Bundan sonra Uteybe Kureyşli tüccarlar ile yola çıkarak Zerka denilen bir yere vardılar. Oraya vardıklarında bir arslan onların etrafında dolaşmaya başladı. Uteybe feryat ederek:

“Vallahi Muhammed’in bedduası yüzünden bu arslan beni parçalayacak. İbn Ebi Kebşe (Muhammed) Mekke’dedir amma, benim katilim odur.” dedi.

Arslan onların etrafında birkaç kere dolaştıktan sonra kayboldu. Onlar da Uteybe’yi aralarına alarak yattılar. Arslan tekrar dönüp aralarından geçerek Uteybe’nin yanına vardı ve pençeleriyle onun başını ezdi.

Uteybe’nin bir arslan tarafından parçalanması müşrikleri korkuya sevk etti. Kimse Peygamberimizin (sav) bedduasını almak istemiyordu. Kureyşlilerin Daru’n-Nedve’de konuşup tartıştıkları tuzakları boşa çıktı. Onların düşündükleri gibi Peygamberimizin (sav) kızlarının geri verilmesi, O’nu (sav) davetinden vazgeçirmedi. Allah (cc), Resul’ünün iki genç yavrusuna eski kocalarından daha hayırlı, salih, kerim ve asil bir aileye mensup, zengin, yumuşak huylu, iyi ahlaklı bir eş nasip edecekti.

Fazilet bakımından İslam’a ilk giren sekiz kişiden birisiydi. Ayrıca Cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan Osman İbn-i Affan’ı (ra) Peygamberimize (sav) damat olarak nasip etti Rabbimiz. İki Cihan Güneşi Peygamberimiz (sav) onunla Hz. Rukiye’yi (r. anha) evlendirdi. Kendilerine bolca dua etti. Allah’tan (cc) bereket vermesi için yalvardı.

Kureyş müşrikleri bu olup bitenler karşısında daha da hırçınlaştı. Müslümanlara bir iyilik gelmesini istemiyorlardı. Bu sebeple yeni Müslüman olanlara eziyet etmeye başladılar. Kimsesiz, garip Müslümanları işkenceler altında inleterek yeni dinin önünü kesmek istiyorlardı. Müşrikler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktı. Gün geçtikçe Müslüman olanların sayısı artıyordu. Buna mukabil müşriklerin de eza ve cefaları akla, hayale gelmeyecek şekilde devam ediyordu. Sevgili Peygamberimiz (sav) ashabının çektiklerini gördükçe üzülüyor ve Rabbine sığınıyordu. İşkenceler dayanılamayacak hale gelince bir müddet sonra ashabının Habeşistan’a hicret etmelerine izin verdi. Peygamberliğinin beşinci senesi, Recep ayı (Miladi, 615) yılıydı.

Müşriklerin her gün biraz daha şiddetini arttıran eziyet, hakaret ve işkenceleri neticesinde Mekke, Müslümanlar için yaşanmaz bir şehir haline gelmişti! Günden güne artan bu eza ve cefalar, dini ibadetlerini de gönül rahatlığı içinde yapma imkânını ellerinden almıştı. Müşriklerin, bu gaddarca ve merhametsizce davranışlarından kolay kolay vazgeçmeye de niyetleri yoktu.

Bunun için Resul-i Ekrem Efendimiz, bir gün Müslümanlara:

“Siz, bari yeryüzüne dağılın. Allah Teâlâ sizi yine bir araya getirir.” dedi.

Sahabeler:

“Ya Resulallah, nereye gidelim?” diye sorunca da eliyle Habeşistan’ın bulunduğu tarafı işaret ederek:

“Siz Habeş ülkesine gitseniz iyi olur. Habeş Hükümdarının yanında hiç kimse zulme uğramaz. Orası doğruluk yurdudur. Umulur ki Allah, sizi orada ferahlığa kavuşturur.” buyurdu.

Peygamberimizin (sav) bu müsaade ve tavsiyeleri üzerine ilk olarak 10’u erkek beşi kadın on beş kişilik bir Müslüman kafilesi, dinlerini ve inançlarını korumak gayesiyle yerlerini, yurtlarını, ana-babalarını, akraba ve komşularını terk ederek, yabancı bir diyara doğru gizlice yola koyuldular. İlk hicret kafilesi, Kızıldeniz yoluyla Habeşistan’a vardılar ve Habeş Necaşisi (hükümdarı) tarafından gayet iyi karşılandılar. İslam’da ilk hicret etme şerefine eren kafileyi şu zatlar teşkil ediyordu:

Hz. Osman ve hanımı Hz. Rukıyye, Zübeyir bin Avvam, Ebu Huzeyfe bin Utbe ve hanımı Sehle, Mus’ab bin Umeyr, Abdurrahman bin Avf, Ebu Seleme ve ailesi Ümmü Seleme, Osman bin Maz’un (Kafile reisi), Amir bin Rabia ve ailesi Leyla, Süheyl bin Beyda, Ebu Sebre bin Ebi Rühm ve hanımı Ümmü Külsüm. (r. anhum)

Hz. Osman, hanımı Hz. Rukiye’yi yanına alıp herkesten önce yola çıkmıştı. Bunu haber alan Peygamber Efendimiz (sav) vedalaşırken şunları söyledi:

“Allah onların yardımcısı olsun. Osman Allah yolunda, Lût’tan sonra ailesiyle hicret edenlerin ilkidir.” buyurdu.

Peygamberimiz (sav) Habeşistan’ı tercih edişi birkaç sebebe dayanıyordu:

Her şeyden önce, orası Mekkeliler tarafından gayet iyi bilinen bir yerdi. Zira, bu ülke ile eskiden beri ticari münasebetleri vardı.

Habeş Necaşi’sinin adil hükümdar oluşu, bu ülkenin tercih edilmesine ikinci bir sebepti. Adaletiyle şöhret bulmuş Necaşi, elbette bu mazlum zümreye haksızlık etmeyecekti.

Bir diğer sebep olarak da Habeşistan halkının Ehl-i kitap oluşları, Hıristiyan Dinine mensup bulunmaları olarak zikredilebilir. Ehl-i Kitap oluşları sebebiyle şüphesiz Müslümanlara karşı tavır ve davranışları, müşriklerin Ehl-i İslam’a karşı hareket ve davranışlarından farklı olacaktı.

Habeşistan’a yapılan ilk hicrete katılan muhacir listesini incelediğimizde Âmir bin Füheyre, Habbab bin Eret, Bilâl-i Habeşi gibi ağır işkencelere maruz kalan kimselerin değil, onlara nispetle daha iyi durumda olan, kabileleri içinde seçkin konumda bulunan şahsiyetleri görüyoruz. Bu durum bize Habeşistan’a yapılan ilk hicretin amacının ve mahiyetinin farklı olduğunu düşündürüyor. Sanki ilk muhacirler Habeşistan’ı bilen ve ileride daha kalabalık bir muhacir kafilesi için bölgeyi daha yakından tanımaya çalışan, araştıran öncüler gibi.

Habeşistan’a hicret eden birinci ve ikinci kafile, Kureyş’in seçkin, asil insanlarıydı. Muhacirler arasında Hz. Osman ve Ebu Huzeyfe gibi Ümeyye oğullarının zenginleri, Abdurrahman bin Avf gibi tüccarlar, Mus’ab bin Umeyr gibi ailesinin üzerine titrediği, varlık içinde yaşamış kimseler vardı. Onlar para kazanmak, daha rahat bir hayata sahip olmak, bir makama ulaşmak için değil, sadece Allah için Rabbani bir yolcuğa çıkmışlardı. Onlar bu şehrin havasından suyundan rahatsız olduklarından, şehri sevmediklerinden, daha güzel bir yer bulduklarından değil imanlarını korumak için gidiyorlardı. Onların İslam’dan önce rahat bir hayatları vardı. Onlar bu çileli, zorlu yollara düşerek, rahatlarını terk edemeyenlere bir ders veriyorlardı.

Müminlerin Habeşistan’a ulaşması ve burada güven içerisinde yaşamaları, Mekke müşriklerini çok rahatsız etti. Habeşistan ve Mekke hükümetleri arasında uzun yıllara dayanan gayet samimi bir ilişkileri vardı. Müslümanlar bu ilişkiye zarar verebilir, Habeşistan’la ticari ilişkilerin bozulması, Mekke ekonomisinde ciddi problemlere sebep olabilirdi. Kureyş’in kendi iç meselesini çözemeyip, olayın uluslararası bir boyuta taşınması onlar için ağır bir prestij kaybı olacaktı.

Özellikle ikinci hicret kafilesinin Habeşistan’a ulaşması ve Müslümanların Mekke dışındaki varlığı, İslam’ın farklı bir coğrafyaya, yeni bir dünyaya açılması Kureyş’i derinden sarstı. Mekkelilerin hükmettiği bir alanda ezilen Müslümanlar, artık Kureyş’in direkt müdahale edemeyeceği bir ülkedeydi.  Müslümanlar burada güçlenir ve dinlerini yayabilirlerse bir süre sonra Kureyş’i tehdit edemezler miydi? Bu ihtimal Mekke’nin zalim liderlerinin uykularını kaçırıyordu.

Aslında Kureyş’in önde gelenlerini öfkelendiren bir başka durum daha vardı. Bu da Habeşistan’a hicret eden muhacirlerin kimliğiydi. Bu gidenler yalnızca üç beş eski köleden ya da fakir ve gariban Müslümandan ibaret değildi. Ümmetin firavunu Ebu Cehil’in kardeşleri Seleme bin Hişam ve Ayyaş bin Rebia, Kureyş’in kudretli lideri Ebu Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe, Ebu Uhayha’nın oğulları Halid ve Amr, Utbe bin Rebia’nın oğlu Ebu Huzeyfe, Süheyl bin Amr’ın oğulları ve daha pek çok kimse gitmiş ve bu gidiş, Mekke’yi derinden sarsmıştı. Mekke müşrikleri önce çok şaşırmış, bu şaşkınlık bir süre sonra yerini moral bozukluğuna bırakmıştı. Sanki bu hicret Müslümanların zayıflığını değil gücünü göstermişti. İslam ne kadar da güçlüydü! Yeni din Kureyş’in tüm hanelerine girmiş, her ailenin bir parçası Müslüman olmuştu. Öyle ki bu hicret bazı aileleri ortadan ikiye bölmüştü.

Habeşistan’a hicret, Daru’n-Nedve üyelerini çılgına çevirdi. Hz. Muhammed’in (sav) izniyle yollara düşen, görünüşte Resul-i Ekrem’den (sav) ayrılsa da gerçekte Allah ve Resul’üne hicret eden bu çilekeş ashap, kafirlerin tuzaklarını bozmuş, planlarını altüst etmişti. Zira Sevgili Peygamberimiz (sav) bu hicretle müminlerin can güvenliğini sağlamış, onlara güvenilir bir liman bulmuştu. Kureyş’in zalimleri artık İslam’ı ortadan kaldıramaz, bir katliam yaparak müminleri yok edemezdi. Davanın selameti için bu muhacirler yıllarca Habeşistan’da kalacak, hatta Efendimiz (sav) Medine’ye hicret edip İslam Devleti’ni kurduktan sonra bile, bu kafileden bir kısmı ülkeden ayrılmayacaktı. O kafileden bazıları Hudeybiye Antlaşması yapılıp müminlerin can güvenliği tamamen sağlandıktan sonra ve devletin gücü iyice ortaya çıktığında Habeşistan’ı terk edecekti.

Böylece Mekke’yi sessiz sedasız terk eden sahabeler, Habeş’in Hükümdarı Necaşi ve halkı tarafından çok güzel karşılandılar. Buraya yerleştikten sonra da ibadetlerini, inançlarını yaşama hususunda herhangi bir engel ve zorlukla karşılaşmadılar. Bu hususu, bizzat hicret eden Müslümanlar:

“Biz burada hayırlı bir komşuluk, din hürriyeti gördük, hiç incitilmedik. Hoşlanmadığımız bir söz de duymadık. Huzur içinde Rabbimize ibadet ettik.” diyerek ifade etmişlerdir.

Bu hicret, çok önemli güzel sonuçların doğmasına; İslamiyet etraftan da duyulmasını sağladı. Müşrikler, göç eden bu bir avuç Müslüman’ın Habeşistan’a sığınmalarından endişe duydular ve telaşa kapıldılar. Bu uzak diyarda dahi onları rahat bırakmak istemediler.

Necaşi’nin ülkesine yerleşen muhacirler emniyet ve güven içerisinde ibadetlerini yapmaya, inançlarını rahatlıkla yaşamaya başlamışlardı. Tek üzüntüleri geride bıraktıkları aileleri ve din kardeşleriydi.

Hz. Rukiye’nin (r. anha) günlerce süren yolculuğu, zayıf ve nahif olan bu mübarek insanın sağlığını bozmuştu. Bu sebepten ilk çocuğunu düşürdü. Kendisi de çok zayıflamıştı. Bu haldeyken ilgiye çok muhtaçtı. Hz. Osman da (ra) hanımına karşı ilgisini, sevgisini ve hizmetini hiç eksik etmiyor her türlü fedakârlığı elinden geldiğince yapıyordu. Hanımına şefkatli bir eş olarak merhametle davranıyordu. Ana-babadan, kardeşlerinden ayrılmak kolay değildi. Allah rızası için çekilen çileye katlanmaya çalışıyordu. Eşi Hz. Osman (ra) elemini, kederini gidermek için çok ciddi gayret ediyordu. Ona daima destek oluyor, moralini yüksek tutmaya çalışıyordu.

Günler geçiyor, Mekke’den muhacirleri sevindirecek çeşitli haberler geliyordu. Müşriklerden bazılarının İslam’a girdiği haberi yayıldı. Peygamberimizle (sav) beraber Kâbe’de ibadet ettikleri söylentileri yayıldı. Bu haberler Habeşistan’a da ulaşınca ashaptan bazıları Mekke’ye döndüler hasretlerini gidermek için; aileleri oradaydı çünkü. Hz. Osman ve Hz. Rukıyye’de (r. anha) dönenler arasındaydı. Halbuki bu yayılan haberlerin aslı yoktu. Sadece şöyle bir olay geçmişti:

Sevgili Peygamberimiz Necm Suresi’ni okurken:

“Allah’ı bırakıp taptığınız Lât’ın, Uzza’nın ve üçüncüsü olan diğer Menât’ın zerrece kudretleri var mı? Bize haber verin.” ayeti geçmişti. Müşrikler okunan ayetlerin manasının anlaşılmaması için yüksek sesle şamata yapıyorlardı. Peygamberimiz (sav) surenin sonuna gelince secde ayetini okudu ve secdeye kapandı. Müşrikler de putlarının adı geçtiği için secdeye vardılar. Onların da aynı anda secde edişleri müşriklerin Müslüman olduğu şeklinde yorumlar yapılmasına sebep olmuştu.

Bu asılsız haberleri duyarak Habeşistan’dan dönen muhacirler, vatanlarına geldiklerinde hiçbir şeyin değişmediğini, işkencelerin devam ettiğini gördüler. Himaye altında Mekke’ye girdiler. Hz. Rukıyye (r. anha) baba evine, Resulullahın evine, geldi. Kardeşleri Hz. Ümmü Gülsüm ve Hz. Fatıma ile hasret ve muhabbetle kucaklaştılar. Gözyaşları içerisinde tekrar kavuştuklarına şükrettiler.

Hz. Rukiye’nin (r. anha) içini dağlayan bir şey vardı o da annesini göremiyordu. Kardeşlerine soruyor bir cevap alamıyordu. Sadece hıçkırık ve gözyaşları içerisinde birbirine sarılıyorlardı. Kardeşlerinin akan gözyaşları Hz. Rukiye’ye doğru cevabı vermişti. Anneciğinin Rabbine kavuştuğunu anlayınca hıçkırıktan boğazı düğümlendi. Derin bir sessizliğe büründü. Ne yapabilirdi ki, Allah’ın hükmüydü. Kaza ve kadere inanan insan ancak sabrederdi. Hz. Rukıyye’de (r. anha) sabır ve metanetle fedakâr ve cefakâr anasından ayrılmanın acısını içine gömdü.

Bundan sonra Hz. Rukiye’nin Mekke’de kalması uzun sürmedi. Zulüm ve işkenceler devam ediyordu. Müslümanlar Mekke’de kalamazdı, hepsi birden yurtlarından çıkarılmak isteniyordu. Bırakın kovulmayı onlar yok edilmek, vücutları ortadan kaldırılmak isteniyordu. Böyle olunca Medine’ye hicret izni verildi. Müslümanlar ikinci hicret yurduna yönelmişlerdi artık. Onlar da Hz. Osman (ra) ile beraber ikinci hicretlerini Medine’ye yaptılar. Böylece Allah yolunda iki hicret sevabı kazandılar.

Hz. Rukıyye (r. anha) ikinci hicret yurdu Medine’de oğlu Abdullah’ı dünyaya getirdi. Bu yavrunun doğumuyla ilk çocuğunu kaybetmenin acısını unutmaya çalıştı. Medine’de huzur içerisinde günlerini geçiriyordu. Artık İslam kardeşliği kurulmuş, Müslümanlar zulümden kurtulmuşlardı. Muhacir ve Ensar birbirine kenetlenmiş adeta yekvücut olmuşlardı. Ailenin neşe kaynağı Abdullah da gün geçtikçe büyüyor ve etrafa neşe saçmaya devam ediyordu. Dünya imtihan yeriydi ancak Allah’ın sevdiği kullar, büyük çile ve ıstıraplara maruz kalıyorlardı. Hz. Rukıyye’nin (r. anha) imtihanları da çetin geçmekteydi.

Günler huzur ve muhabbetle geçerken, bir gün hiç beklenmedik bir hadise oldu. Beşikteki Abdullah’ın yüzünü bir horoz gagaladı ve yüzünü yaraladı. Yüz kısmındaki yaralar kısa zamanda yayıldı. Etrafı yara-bere içerisinde kaldı. Mikrop kapan ve önü alınamayan bu yaralardan çocuk kurtulamadı. Abdullah, henüz iki yaşındaydı ve hicri 4. yılın Cemaziyülevvelinde (Ekim 625) vefat etti. Hz. Osman kendi elleriyle yavrusunu kabre indirdi. Baba şefkatiyle Hz. Osman çokça gözyaşı döktü. Abdullah’ın ölümü Hz. Rukıyye’yi (r. anha) çok çok üzdü.

İmtihanların üst üste gelmesi Hz. Rukıyye’nin (r. anha) sağlığını bozdu. Abdullah’tan başka çocuğu da yoktu. Sonradan da olmadı. Bu sıkıntılar onun ateşinin yükselmesine ve Humma hastalığına yakalanmasına sebep oldu.

Mekke’nin müşrikleri boş durmuyorlardı. Bu arada Bedir’de düşmanı karşılamak için çağrı yapılmakta idi. Hz. Osman (ra) bu davete icabet etmeyi çok arzuluyordu fakat hanımı Hz. Rukiye’nin (r. anha) durumu ciddiydi. Ateşi ve rahatsızlığı gün geçtikçe artıyordu. Efendimiz (sav) Hz. Osman’a (ra) orduya katılmamasını hanımının yanında kalmasını işaret buyurdu. İyileşmesi için elinden gelen gayreti gösteren Hz. Osman (ra) hanımının yanından ayrılmadı. Onun hizmetini canla başla yapmaya çalıştı. Her fani gibi yazılan vakit gelince o yüce kudrete teslimiyetten başka çare kalmamıştı. Onun sevgi dolu gözlerinin ışığı gitmeye, ruhunun ince zayıf vücudunu terk ettiği sıralarda Bedir Savaşı’nın zafer müjdesi geldi.

Hz. Rukıyye (r. anha), Peygamberimizin (sav) ilk vefat eden kızıydı. Henüz 22 yaşlarındaydı. Cenazesini Ümmü Eymen (r. anha) yıkadı. Medine halkı Baki Kabristanı’na taşıdı ve oraya defnedildi. Bedir’den dönen Resul-i Ekrem (sav) kabrin başına geldi ve kızına dua ve niyazda bulundu. Buradan Hz. Osman’ın (ra) evine gitti. Onu da teselli etti. Ashabın hanımları gözyaşları içerisinde kendini tutamayarak ağlıyorlardı. Hz. Ömer (ra) onlara müdahale etmek isteyince iki Cihan Güneşi Efendimiz (sav):

“Ömer, bırak onları kendi hallerine ölüye karşı duygular göz ve kalple ifade edilirse bu Allah’tandır. O’nun (cc) merhametindendir. El ve dil ile yapılırsa şeytandandır.” buyurdular.

Hz. Rukıyye (r. anha), vefatından sonra Resulullah (sav), Hz. Osman’ı (ra) diğer kızı Hz. Ümmü Gülsüm (r. anha) ile evlendirdi. Hicretin dokuzuncu yılında Hz. Ümmü Gülsüm (r. anha) vefat ettiğinde Resulullah (sav) şöyle buyurmuştu:

“Eğer kırk tane kızım olsaydı birbiri peşinden hiçbir tane kalmayana kadar onları Osman’la evlendirirdim ve yine Hz. Osman’a üçüncü bir kızım olsaydı muhakkak ki seninle evlendirirdim.” dedi.

Peygamberimizin (sav) iki hicret sahibi kızı Hz. Rukıyye (r. anha) ile iki nur sahibi Hz. Osman’dan (ra) Allah razı olsun. Bizleri de şefaatlerine nail eylesin. (Âmin)

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz